×

Rasulullah’ın Şahsından Israrla İslam’a Davet.

Rasulullah’ın Şahsından Israrla İslam’a Davet.

Allah’a iman etmiş ve daveti kendine meslek, azık edinmiş ve Allah’a dava adamı olmayı anlamış bir müslüman sabır, tahammül ve ısrarla insanları Allah’a davet etmek zorundadır. Muhatabı ne kadar zalim, kafir, müşrik ve inatçı olsa dahi o bıkmadan ve yılmadan davet etmekle mükelleftir.

Hiç şüphesiz dava adamları sadece tebliğ yapmak ve insanları İslam, Müslüman olmaları için bir aracıdır ve hidayet yalnız Allah’a aittir. İşte bu sebeple samimi, ihlaslı, ilim ve basiret üzere insanları ilahi öğretilere davet etmek durumundayız. Hele bugün şirkin ve küfün her yeri işgal ettiği, akılların karıştığı ve modern Ebu Cehil’lerin estiği şu çağda ısrarla davet etmeliyiz.

Bir gün Resulullah aleyhisselatu vessellem Ebu Cehil ile karşılaşmış ve onu İslam’a davet etmişti, Allah düşmanının cevabı şöyleydi, Ey Muhammed ilahlarımızı kötülemektenve bizimle uğraşıp durmaktan vazgeçmeyecek misin? Şayet sen davanı tebliğ ettiğine bizi şahit tutmak istiyorsan tamam biz seni tebliğ ettiğine şahitleriz. (Kandahlevi)

Yine Resulullah aleyhisselatü vesselleme oranın müşrik halkı çoğu kez Resulullah’a şunu söylüyorlardı; Ey Muhammed artık senin bizden ümidini kesme vaktin gelmedi mi? (Sait Havva)

Resulullah aleyhissalatu vessellemin ısrarla insanları ilahi öğretilere davet etmesi insanlar, Allah’a kul olsun, şirkten, küfürden, zulümden ve kula kulluktan kurtulsun, cehenneme değil cennete girsin diye bunun düşüncesi ile hareket ediyordu, ama ne yazık ki, Allah düşmanları inatla Rasulullah’a hakaret ve ısrarla ilahi öğretileri reddediyorlardı.

Bir gün Sümâme bin Üsâl da Resûlullahın ziyâretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabîlesinin reisi idi. Asıl maksadı Resûlullahı öldürmekti.

Nitekim Resûlullahın huzûrunda iken, Peygamber efendimize saldırmaya teşebbüs etti. Ancak Eshâb-ı kirâm araya girerek buna mâni oldu. O kargaşa esnâsında Sümâme kaçmaya muvaffak oldu. Resûlullah efendimiz onun yakalanarak cezâlandırılması için emir verdi ve yakalanması için duâ etti.

Kim olduğunu biliyor musunuz?

Hicretin altıncı yılı başlarında, Sümâme bin Üsâl, umre için yola çıkıp, Medîne yakınlarına gelmişti. Resûlullahın süvârileri onu burada yakalayıp, Peygamberimize getirdiler. Yakalayanlar onu tanımıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara buyurdu ki:

– Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsâl’dir. Ona iyi esir muâmelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz!

Sümâme, mescide habsedildi. Resûlullah kendi evine geldiklerinde, mübârek hanımlarına:

– Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme’ye gönderin! buyurdular.

Böylece Sümâme’ye yiyecek gönderdikleri gibi iyi muâmelede bulundular. Ancak Sümâme’yi bulunduğu yerden bir tarafa ayırmadılar.

Peygamber efendimiz mescide çıktıklarında buyurdu:

– Yâ Sümâme, yanında ne var, gönlünden ne geçiriyorsun, benden ne bekliyorsun?

Sümâme cevap verdi:

– İçimde hayır ümidi var. Çünkü sen affedicisin. Eğer beni öldürecek olursan, bir câniyi öldürmüş olursun. Öldürmez de affedip, beni bağışlarsan, iyilik bilen, ni’mete şükreden birine ihsân etmiş olursun. Eğer benden kurtuluş fidyesi olarak mal istiyorsan, işte malım. İstediğin kadar al.

Resûlullah efendimiz, üç gün üst üste gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimiz yine yüksek merhametini gösterdi ve Sümâme’nin hayâl bile edemiyeceği bir şekilde buyurdu ki:

– Artık Sümâme’yi salıveriniz!

Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm onu serbest bıraktı. Sümâme bırakılıp, serbest kalınca, gönlüne İslâmiyetin sevgisi düştü. Hemen Kelime-i şehâdet getirdi. Resûlullah efendimize biat etti.

Rasulullahın davetindeki sabrına örnek bir davranış daha;

Ben, Hakem bin Keysan esir etmiş ve Resulullah’a getirmiştim. Resulullah ona İslam’ı arz etti fakat o kabul etmedi. Resulullah onu yine davet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı o kadar ki, Ömer dayanamadı ve Ya Resulallah ne diye bununla uğraşıp duruyorsun? Vallahi bu katiyen Müslüman olmaz, bırak da şunu boynunu vurayım, canını cehenneme yollayayım dedi. Fakat peygamber aleyhisselam buna kulak asmadı ve hakemi İslam’a davete devam etti. Nihayet o Müslüman olunca Resul ekrem ashabına döndü ve biraz önce size uyusaydım onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı, buyurdu. Ömer’in ifadesiyle bundan sonra Hakem ihlaslı bir Müslüman olmuş ve Allah yolunda cihatlara katılmıştı. (Kandahlevi)

Bir Davet örneği daha..;

Cömertliği dillere destân olan Hâtim-i Tâî, Tayy kabîlesindendi ve Adiy’in babası idi. Adiy, kavmi içinde büyük, şerefli, hatîb, hazır cevap, fazîletli ve cömert bir zât idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hicret’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali’yi Tayy kabîlesinin putu Füls’ü yıkmaya gönderdiğinde, Adiy Şam’a kaçmıştı. Kızkardeşi Seffâne ise esirler arasında Medîne’ye getirilmişti.

Varlık Nûru Efendimiz, Seffâne’yi serbest bıraktı ve elbise, binit, yol azığı verip kavminden emniyetli bâzı kişilerin yanına katarak Şam’a gönderdi.

Adiy bin Hâtim der ki:

“Seffâne akıllı bir kadındı. Ona:

«–Şu zâtın işi hakkındaki görüşün nedir?» diye sordum. Bana:

«–Vallâhi, senin acele O’na katılmanı uygun görürüm. Eğer kendisi gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!» dedi.

«–Vallâhi yerinde görüş budur! Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!» dedim ve Medîne’ye geldim. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında akrabâ, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in saltanatı vardır!

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine götürdü. Yolda düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu durdurdu ve ihtiyâcını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadının derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti:

«–Bunun üzerine otur!» buyurdu.

Ben:

«–Hayır! Onun üzerine Sen otur!» dedim.

Rasûlullâh bana:

«–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu.

Minderin üzerine oturdum, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İçimden:

«Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!» dedim.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Adiy! Müslüman ol selâmet bulursun.» deyince:

«–Benim dînim var.» dedim.

«–Senin dînini senden iyi biliyorum!» buyurdu.

«–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim.

«–Evet! Sen Rekûsî değil misin?[1] Kavminin elde ettiği ganîmetlerin dörtte birini yemiyor musun?» diye sordu.

«–Evet öyle.» dedim.

«–Aslında bu, dînine göre sana helâl değildir!» dedi ve daha fazla bir şey söylemedi. Rasûlullâh bunu söyleyince çok mahcup oldum! Kendisine:

«–Evet! Öyledir vallâhi!» dedim. Anladım ki O, Allâh tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sözü bir daha tekrarlamadı. Sözlerine devamla:

«–Senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi biliyorum. Sen: “O’na zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?» buyurdu.

«–Görmedim ama duydum.» dedim.

«–Rûhumu kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh bu dâvâyı tamamlayacak. Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazîneleri fethedilecek!» buyurdu.

«–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?» diye sordum.

«–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurdu. Sonra da:

«–Çok sürmez, mal o kadar bollaşacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!» buyurdu.

Müslüman olduğumda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevindi, yüzünde büyük bir sürûr müşâhede ettim. Ensâr’dan birinin evinde misâfir olmamı emretti. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hiçbir namaz vakti girmezdi ki, O’nu özlemiş olmayayım!”

Daha sonraları bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallâhu anh- der ki:

“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini görmüşümdür! Ayrıca, vallâhî Kisrâ’nın hazînelerini fethedenler arasında ben de bulundum. Rûhumu elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, üçüncüsü de elbette olacaktır. Çünkü onu Rasûlullâh söyledi.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62)

Peygamberimizin imran’ın babası husayni İslam’a davet etmesi

Kureyşliler çok tazim ettikleri büyük bir kimse saydıkları Huseyn’e geldiler onlar bunla Resulullah efendimiz aleyhisselatu vesselam’i mabutlarına sövmesi sebebiyle şikayette bulunmak istiyorlardı.

Senden kulağımıza gelen bu iş nedir? Sen bizim mabutlarımıza küfür ediyorsun, onları daima kötülükle anıyorsun, halbuki senin baban akıllı ve atalarının dinine ve inançlarına saygılıydı, hayırlı bir insandı dedi.

Amr ibnu Cemuh, cahiliyede Yesrib ileri gelenlerinden, Celemeoğullarının efendilerinden, Medine cömertlerinden, karakter sahibi biriydi.

Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma adeti vardı. Bunu her sabah ve akşam puttan uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek, saygı duruşunda bulunarak felaket anlarında sığınmak vb. şeyler için yaparlardı. Amr’ın putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.

Mus’ab ibnu Umeyr (r.a.)’ın Medine’ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların bir çoğu İslam’a girdiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr ibnu Cemuh’un oğulları Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler.

Kocası ve ondan başka birkaç kişinin dışında kimsenin şirkte kalmadığını gören Hind (r.a.) sevip saydığı kocasının şirk üzere kalmasını asla isteyemezdi. Amr ibnu Cemuh ise çocuklarının atalarının dininden çıkıp Müslüman olmalarından korkuyordu. Karısına: “Hind, çocukları sakın şu Mus’ab’la görüştürme” dedi. Kadın: “Olur ama o adamın anlattıklarını oğlun Muaz’dan dinlemek ister misin?” dedi. O: “Vay be haberim yokken Muaz da mı dinden çıktı?” diye sordu. Hind: “Hayır, Mus’ab’ın bazı toplantılarına katılıp söylediklerinden bazılarını öğrenmiş” cevabını verdi. Amr: “Muaz’ı bana çağır” dedi. Muaz babasının huzuruna gelip ona Fatiha suresini okuyunca, aralarında şu konuşma geçti:

-Bu söz ne kadar şahane, ne kadar güzel. Bütün sözleri böyle mi?

-Hepsi birbirinden güzel babacığım! Sen de ona biat eder misin? Halkın tamamı ona biat etti.

-Menat’a danışmadıkça bir şey yapmam. O ne derse öyle yaparım.

-Babacığım Menat konuşmaz ki onun dili ve aklı yok. O sadece bir ağaç.

-Sana söyledim ona danışmadan atalarımın dininden vazgeçmem.

Derken Amr ağaçtan yontma putun huzuruna geçip saygıyla fikrini sordu. Cevap alamayınca da onu kızdırdığını zannedip bir kaç gün öfkesinin dinmesini beklemeye karar verdi. Bu esnada çocukları da düşünmeye başladılar. Derken putu alıp Selemeoğullarının tuvalet çukurlarından birine attılar.

Amr buna çok hiddetlendi arayıp putu buldu. Temizleyip kokular sürdü ve aynı yerine koydu. Aynı durum günlerce tekrar etti derken en son gün Amr, Menat’ın boynuna kılıcını astı ve: “Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru” dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı ve: “Vallahi sen tanrı olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın” dedi ve İslam’a girdi. Amr İslam’ı tanıdıkça cahiliyede geçen dakikaları için pişmanlık gözyaşları döküyordu. Artık o da iman ve İslam’ın fedakar bir hizmetçisi, davanın yılmaz bir bekçisiydi her mümin gibi.

Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında üç oğlu gibi Amr ibnu Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (r.a.) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikayet için Resulullah (s.a.s.)’in huzura çıktı ve: “Ey Allah’ın Resulü, şu benim oğullarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum” dedi. Resulullah (s.a.s.) oğullarına: “Ona engel olmayın. Herhalde Allah (c.c.) ona şehitlik verecek” buyurdu.

Ordunun hareket vakti gelince Amr (r.a.) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti: “Allah’ım! Bana şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme.” Savaşın kızışıp müşriklerin Resulullah (s.a.s.)’i kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad’la beraber Resulullah (s.a.s.)’i koruyan müminlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da: “Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum” diyordu. Derken ikisi de şehid olup cenneti garantileyenlere katıldılar.

Gürsel Gürbüz

Share this content:

Yorum gönder

You May Have Missed