Zafer ve Yenilginin Kurallarını Belirleyen Allah’tır.
Hiç şüphesiz her Müslümanın yeryüzünde ilahi bir misyonla hareket etmesi ve yeryüzünde iyilik, barış, adalet, esenlik ve insanların dünya ve ahirette kurtuluşu için devlet, hükümet, toplum, aile, birey, kurum ve kuruluşlarıyla sorumluluklarını yerine getirmek suretiyle insanlığı batıla ve zulme karşı korumakla görevlidir.
Bu sebeple hangi kurum ve kuruluş olursa olsun Müslüman, yeryüzünde Allah’ın hükmüyle hükmeden ve ilahi adaletle kullar arasında sosyal, siyasi, ekonomik, akidevi ve bir yaşam programı olarak insanlar arasında dayanışma, yardımlaşma, sevgi, muhabbet ve adaleti egemen kılmak ile mükelleftir.
Müslümanlar yeryüzünde bu ilah misyonu icra ederken Allah’a, Rasulüne ve İslama düşmanlık besleyen kafir, müşrik, ve tağutlara karşı bir muhalefet, mücadele, çatışma ve savaş söz konusudur. İşte bu sebeple Müslümanlar Zafer ve Yenilginin kurallarını bilir, öğrenir ve ona göre hafreket ederlerse, işte o zaman insanlığın kurtuluş söz konusu olacaktır.
Zafer’e ulaşmanın temelde 8 şartı vardır;
1- Allah’a iman
2- Salih amel işlemek
3- Taviz vermemek
4- Sebeplere sarılmak
5- Sünnete tabi olmak
6- Tedbir almak
7- Bilimsel ve teknolojik çalışmaları yapmak.
8- Zafer ve Yenilginin Allah’tan olduğuna inanmak.
Müslümanlar hangi durumda olurlarsa olsunlar bu şartları yerine getirirlerse Allah’ın onlara zafer vaadi hak olur ve onlar her çağ zaman diliminde küfre ve zulme galebe çalarlar. Nitekim Uhud Savaşı’nda Müslümanların yenilgi tatmasının sebebi görev yerlerini terk edilmesi, dünya hayatını istemesi ve emir de çekişme sebebiyle olmuştur.
1- Eğer Müslümanlar bu şartları yerine getirirlerse onlar için zaferi vardır. Çünkü Zafer’in de ve yenilgininde tek müsebbibi Allah’tır.
وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟
Yardım/zafer yalnızca Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir. (8/Enfâl, 10)
O halde şunu itiraf etmelisiniz! Ordularınıza, hazırlıklarınıza, tedbirlerinize, krallarınıza liderlerinize, bilimsel verilerinize ve teknolojik gücünüze asla ama asla güvenmeyin. Çünkü Zafer’in yegane sebebi yalnız Allah’tır.
اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
160. Şayet Allah size yardım ederse sizi yenecek hiç kimse yoktur. Sizi yardımsız bırakacak olursa (Allah’a rağmen) size yardım edecek kim vardır? Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. (Ali İmran:160)
2- Gevşeklik ve ümitsizlik olmak Zafer’in elden kaçmasına ve yenilgiye sebeptir.
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ
Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. (Ali İmran:139)
Hiç şüphesiz Müslümanlar tedbir alır, sebeplere sarılır, mücadele eder, bilimsel, teknolojik verilerle hareket, Allah’a iman, bağlılık ve ümit var olurlarsa, hiç şüphesiz onlar için üstünlük söz konusudur.
O halde kafirlerin ve zalimlerin güç ve otoriteleri karşısında gevşeklik göstermeyin, onların üstün gücü düşüncesi sizi asla tembelliğe, cehalete ve acizliğe sürüklemesin. Yalnız Allah’a ümit var olun. Çünkü Allahın güçü üstünde bir güç ve otoritesi üstünde bir otorite yoktur o mutlak açıdan zaferleri tayin edendir.
3- Ahirete karşılık dünya hayatına talip olmak;
Hiç şüphesiz Müslümanların aşağılanması, zelil olması, hakarete uğraması, yenilgiyi tatmaası, mülteci konumuna düşmesi, zulüm, kötülük, fakirlik ve her türlü ekonomik, ahlaki, akidevi ve her alanda bozulmuşluğun sebebi onların ahireti unutup dünyaya dalmalarıydı. Onlar dünyayı istedikçe dünya onlara harap oldu, onlar dünyayı sevdikçe dünya onlardan nefret etti ve onlar dünyaya meyil ettikçe dünya onlardan kaçtı, işte bu yenilginin ve zaferin kaçmasına sebep olan bir hastalıktır.
وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّٰهُ وَعْدَهُٓ اِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِاِذْنِه۪ۚ حَتّٰٓى اِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَرٰيكُمْ مَا تُحِبُّونَۜ مِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۚ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْۚ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْۜ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
Andolsun ki Allah, size verdiği sözde doğru söyledi. Hani (Allah’ın) izniyle onların kökünü kurutuyordunuz. Çok istediğiniz (zaferi) size gösterdikten sonra bozguna uğradınız, verilen emir hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. İçinizden kimi dünyayı kimi de ahireti istiyordu. Sonra (Allah) sizi denemek için onlardan çevirdi. (Yenilmeye başladınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütuf ve ihsan sahibi olandır. (Ali İmran: 152)
Demek ki yenilginin sebebi Allah’a isyan, dinden yüz çevirme, peygambere itaatsizlik ve dünyayı isteme sebebi iledi.
Ordu’nun askeri gücü, bilimsel ve teknolojik imkanları zafer ve yenilgi için bir sebep değildir;
Hiç şüphesiz zafer ve yenilgin kararını bağlayan Allah’tır ve bu yenilgilerin ya da zaferlerin sebeplerini yerine getiren ve bu konuda gevşeklik göstermeyenler başarıyı elde eden kimselerdir. Nitekim nice büyük ordular düşmana hafife almaları, tedbirsiz davranmaları ve aynı zamanda kibirlenmeleri nice az topluluklara karşı yenilmesine sebep olmuştur.
قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
Allah’la karşılaşacaklarına (kıyamete) kesin bir bilgiyle inananlarsa: “Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok olan topluluğa galip gelmiştir.” demişlerdi. Allah, sabredenlerle beraberdir. (2/Bakara, 249)
İstikrar ve kararlılık Zafer için büyük bir azıktır;
Müslümanlar yeryüzünde küfre, şirke ve yeryüzünde tağutlara karşı mücadele, istikrar ve kararlılıkla mücadele etmeleri hiçbir şekilde zaaf göstermeden sabır ve tedbir ile yeryüzünün zalimlerinin beldelerini ve şirk kalelerini karşı kararlı bir şekilde mücadele etmelidir. Hiç şüphesiz zaaf, tembellik ve kararsızlık yenilgiye sebeptir.
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ
Allah’a ve Resûl’üne itaat edin. Çekişip tartışmayın. Yoksa, bozguna uğrarsınız ve gücünüz dağılıp gider. Sabredin. Hiç şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (8/Enfâl, 46)
Bilimsel, teknolojik ve her alanda hazırlıklı olmak;
Şüphesiz Allah kulun hazırlık, tedbir ve her zaman diliminde tüm sebeplere sarılmasından hoşnut olur ve şüphesiz ki bunlar Zafer’in sebepleridir. Ama şunu hemen ifade edelim ki askerin çokluğu, teknolojik gücün, bilimsel verilerin sağlam oluşu, ekonomik ve askeri gücün büyüklüğüne güvenilmesi hiç şüphesiz yenilgiyi kendisi ile beraber getirir. Çünkü yenilginin de zafer’in de baş müsebbibi Allah’tır. Her ne kadar sebeplere sarılsa da asla sebeplere güvenmemeli güvenece/tevekkül edecek tek merci Allah olmalıdır. Nitekim Huneyn savaşında sahabeler bunu söylüyordu, biz artık sayı çokluğundan dolayı yenilgi görmeyiz dediler Allah onlara bir anda yenilgiyi tattırdı.
وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ
Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için tahsis edilmiş) besili atlar hazırlayın. Onunla Allah düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği (gizli düşmanlarınızı) korkutursunuz. Allah yolunda infak ettiğiniz her ne varsa, size eksiksiz ödenir ve siz zulme de uğramazsınız. (8/Enfâl, 60)
Allah’ın zikretmek ve sabretmek Zaferin en önemli sebeplerindedir;
Müslümanlar imanları, salih amelleri, takva ve ihlas sahibi olmaları ve tüm tedbirleri yerine getirmekle beraber Allah’ı zikretmeleri ve sabretmeleri hiç şüphesiz zaferi elde etmeleri için en önemli sebeptir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا لَق۪يتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
Ey iman edenler! Bir toplulukla karşı karşıya geldiğinizde sebat edin. Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz. (8/Enfâl, 45)
Râşid Halîfelerin ikincisi, Hazret-i Ömeru’l-Fârûk dönemi…
«İ‘lâ-yı Kelimetullah» mefkûresinin içine dünyevî hiçbir mülâhazanın karışıp giremediği yıllar…
Fetihlerin zaferlerle at başı gittiği, izzetli ve şevketli yıllar…
Ard arda kazanılan zaferler neticesinde Sâsânî saltanatı tarihe karışmış, peşi sıra Bizans’ın tasallutundaki Suriye ve Mısır fethedilmişti. Gördükleri müsamaha ve adâlet sebebiyle fethedilen yerlerin gayri müslim halkları kitleler hâlinde müslüman olmaya başlamıştı.
Hicretin on dokuzuncu yılıydı. Hazret-i Ömer’in defaatle gönderdiği İslâm’a davet mektuplarından birisini, o sırada Kayseriye taraflarında bulunan Bizans İmparatoru’na ulaştırdılar. Îmanın, fedâkârlığın ve mefkûrenin mânâsını bile idrakten mahrum Kayser, mektubu okuyunca ordu kumandanlarına emretti:
“Peygamber’in ashâbından birini yakalarsanız derhâl bana getirin!”
Bu emirden sadece birkaç gün sonra gerçekleşen savaşta birçok İslâm askeri esir düştü. Esirler arasında Abdullah İbn-i Huzâfe -radıyallâhu anh- da vardı.
On iki yıl önce Efendimiz’in elçisi olarak kisrânın huzurunda çekinmeden hakkı tebliğ eden Hazret-i Abdullah, şimdi de esir olarak kayserin huzurundaydı.
“İşte bu, Muhammed’in ashâbının ileri gelenlerinden biridir!” diyerek takdim ettiler.
Kayser; Abdullâh’a, hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalık nimetlerden bahsedip durdu. Çünkü bir şekilde onu kazanarak kendi safına çekmek istiyordu. Peygamber’in yakın arkadaşlarından birisinin hıristiyanlığı kabul etmesi, müslümanlar arasında panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Bu ilk karşılaşmanın neticesinde kayser; Hazret-i Abdullâh’ın vakarlı tavrına, salâbet-i dîniyesine ve sadakatine şahid oldu.
Azmini kırmak için onu hapsettiler. Günlerce yemekten, içmekten alıkoydular. Sonra hücresine yemesi için şarap ve domuz eti gönderdiler. Üç gün gözleyip beklediler. Abdullah -radıyallâhu anh-, şaraba ve domuz etine doğru dönüp bakmadı bile.
İkinci defa imparatorun huzuruna çıkarıldığında kayser merakla sordu:
“–Benzin iyice sararıp soldu. Muhakkak öleceksin! Seni yemekten ve içmekten alıkoyan nedir?”
“–Gerçi dînim zarûret hâlinde onlardan yememi ve içmemi bana helâl kıldı. Ama ben azmettim! Âlem-i İslâm’ı ağlatıp sizleri güldürmeyeceğim!”
Bu azametli cevaba karşılık kendi düşünce dünyasına göre müthiş bir teklifte bulundu kayser:
“–Sen hıristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem! Seni mülk ve saltanatıma ortak yaparak kızımı da seninle evlendirsem! Ne dersin?”
Müşriklerin nice işkencelerine katlanmış olan Hazret-i Abdullah, gülerek şu cevabı verdi:
“–Sen bana, mülkünün tamamını versen, buna ilâve bütün Arap ve Acem mülkünü de versen, bir göz açıp kapayıncaya kadar dahî dînimden dönmem!”
“–Öyle ise öldürüleceksin!”
“–Bunu yapmaya gücünüz yeter. Ama kalbimden îmânımı söküp atmaya asla yetmez!”
Evvelâ çarmıha gerdiler. Korkutma maksadıyla yakınına sayısız oklar attılar. En ufak bir endişe, tereddüt ve temâyül göremediler. Nihayet bakırdan oldukça büyük bir kazan getirdiler. İçine zeytinyağı koyarak kaynattılar. Esir İslâm mücâhidlerinden birini getirip kazanın içine attılar. Abdullah -radıyallâhu anh- ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.
Şimdi, fokur fokur kaynayan kazanın başında o vardı. Tekrarlanan teklifleri şiddetle reddetti. Rabb-i Kerîm’ine, böylesine ulvî bir şehâdetle kavuşacağı için mesrûr ve mütevekkil, atılacağı kazana bakıyordu. Gönlündeki hissiyat, bendini yıkan coşkun bir ırmak hâlinde gözlerinden taşıverdi. Gözyaşlarını fark eden imparator, fikir değiştirdiği zehâbıyla koşarak geldi. Elinde tuttuğu haçı öpmesi için ona doğru uzatırken;
“–Kurtulmak için ne yapman gerektiğini biliyorsun!” dedi.
Hazret-i Abdullah şahâdet parmağını göklere kaldırdı:
“–Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühû!”
Kulaklarına inanamayan kayser merakla sordu:
“–Peki! Öyleyse niçin ağlıyorsun?”
Îmânın gücünü gösteren ve insanlık tarihine altın harflerle yazılan cevap; muhteşemdi:
“–Fecî bir sûrette gelen ölümüme ağladığımı zannetme! Şehâdetim beratımdır. Ne yazık ki, Rabbim için verebileceğim sadece bir tane canım var! Bir canla ve bir anda öleceğime ağlıyorum. Oysaki ben, vücudumdaki kıllarım adedince canımın olmasını ve her biri için şu kaynayan kazana tekrar tekrar atılmayı ne kadar arzu ederdim.”
Hazret-i Abdullâh’ın destanlaşan söz ve tavırları, imparatorun aklını başından almıştı. Bu kahraman esir karşısında kendini küçülmüş, ezilmiş ve mağlûp olmuş hissediyordu. Göstermelik de olsa bir mürüvvet sergilemeli, altta kalmamalıydı. Ne yapıp etmeli, mutlaka bir şekilde onu serbest bırakmalıydı. Hiç yapmadığı, yapmayacağı bir şeyi yaptı:
“–Başımı öp! Seni serbest bırakayım!”
“–Hayır! Asla!”
“–Başımı öp de seninle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakayım!”
“–Gerçekten serbest bırakır mısın?”
“–Evet bırakırım!”
Hazret-i Abdullah kendi kendine;
«Müslümanların canını kurtarmak için Allah düşmanlarından birinin başını öpmemde ne mahzur var?» diye düşündü.
“–Ey Kayser! Senin Allâh’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyor ve başını ancak kardeşlerimi serbest bırakacağın için öpüyorum.” diyerek belli belirsiz bir şekilde dudaklarını kayserin nursuz alnına değdirdi.
O gün tam seksen müslüman serbest bırakıldı. Halîfe Hazret-i Ömeru’l-Fâruk, kurtulan seksen mücâhidin Medine’ye dönmesiyle hâdiseyi etraflıca öğrenmişti. Derhâl Mescid-i Nebevî’de Minber-i Rasûlullâh’a çıktı. Gösterilen fedâkârlığı takdir ve tebrik eyledi. Hakikati tespit ve hakkı teslim eyledi. Orada bulunan cemaatin gönüllerine de tercüman olan hitâbı, bir ricayla hitam buldu:
“Ey mü’minler! Kardeşiniz Abdullah İbn-i Huzâfe, sırf kardeşlerinin canını kurtarmak için, Allah düşmanlarından birinin başını öptü. Bugün, hepimize düşen bir vazife; onun başını öpmek! Bu vazifeyi evvelâ yerine getirecek olan da benim!”
Süratle minberden inen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Abdullah -radıyallâhu anh-’ın yanına gitti ve onu mübarek başından öptü. Ardından da bütün Medine…
Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun! Şefâatlerine cümlemizi nâil eylesin… (İbn-i Sa‘d, Tabakāt)
Share this content:
Yorum gönder